bağlanma travması
10 Mart 2019
Geçmişten Gelen Bakiye: Ego’nun Savunma Düzenekleri (3)
14 Mart 2019

Psikoterapide birbirine bakan iki koltuk, durağan (!) bile olsa, birbirlerine çok şey söylerler. 45 dakikalık süre bittiğinde mutlaka taraflardan birinin kazancı olur.

Psikoterapinin beyinde neleri değiştirdiğini merak eden bazı bilim insanları, çeşitli klinik tabloların beynini haftalar sonra PET (pozitron emisyon tomografisi) ve fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) ile araştırdılar. Sonuç tabii etkileyiciydi.

Takip sonucunda frontal korteksin orbitofrontal ve sol medial prefrontal korteks metabolizmalarının azaldığı; sağ oksipito-temporal korteks metabolizmasının arttığını gördüler.

Sağlıklı bir nesne (terapist), nasıl ki beynimizin nöronal yapısını bu denli değiştirip dönüştürüyorsa; aynı şekilde tutarsız davranan bakım verenlerimiz de beynimizin nöronal haritasını değiştirir ve dönüştürür.

Erken dönem yaşantıları, beynimizi ve kendilik algımızı tabii ki etkiler. Bizler büyüyünce daha fazla hüzne sahip olmuyoruz (ama sadece çok azı faydalı olduğu kısmı bir tarafta dursun). Daha fazla mutsuz da olmuyoruz; depresif de olmuyoruz.

Sadece her gelen girdiyi, daha önceki şemalarımıza göre anlamlandırıyoruz. Bunda da yaşantılarımızın etkisi, yadsınamayacak kadar fazladır.

Doğadaki tüm canlılar yumurtadan veya anne karnından çıktıktan sonra, doğaya çok kolay bir şekilde uyum sağlarken, insan yavrusu ise önemli kritik dönemlerden veya Erik Homburger Erikson’un deyişiyle belli kriz dönemlerinden geçer. İlk yılların kritik dönemleri, gelişimsel bir duraklamaya maruz kalırsa ruhsal doğumumuz da bu oranla gecikir.

Hiçbir canlı yoktur ki, doğumdan sonra bakıma ve ilgiye muhtaç olsun; insan yavrusu hariç. Bakımdan kastım, mekanik ihtiyaçlarımızın karşılanması değildir. Demek istediğim, bakımverenimizin gözlerimizin içine yüzlerce sefer bakarak “biricikliğimizi ve özel olduğumuzu” bize hissettirmesidir. Eğer bu olmazsa, pek çok şey olur.

Örneğin: “Çok sevgili #babam,
“Geçenlerde bir ara, neden senden korktuğumu savunduğunu sormuştun. Her zaman olduğu gibi sana verecek yanıt bulamamıştım; bunun nedeni kısmen sana karşı gerçekten duyduğum korku, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek için konuşurken aşağı yukarı bile olsa toparlayamayacağım kadar çok ayrıntının gerekiyor olmasıdır.

….

Sana burada yazılı yanıt vermeye çalışsam, yanıtım epeyce eksik kalır, çünkü yazarken bile korkum ve bunun sonuçları beni, senin karşında durduruyor. Çünkü konunun boyutu, belleğimi de aklıma da fazlasıyla aşıyor.”

Bu adeta bir tereddüdün mektubu. Bu cümleler, Kafka’nın, “yıllarca bakımvereninin kendi üstünde bıraktığı travmatik etkiyi dile getirip getirmeme” konusunda Kafka’nın dudaklarında asılı kaldı. Bu ifadeler, belki doğrudan değil; dolaylı olarak mektupla kendini ifade etme yolunu seçti ama eğer bu şekilde bile olmasaydı şüphesiz depresif epizodun dozu, biraz daha artardı.

Mektuba (aslında pek çok mektup var ama esasında tüm hikaye sadece bir mektup. Tek mektubun da tüm dediği şey, aslında tek #sözcük. O sözcük de insan yavrusunun tek ihtiyacı olan şey: #ilgi) biraz daha yakından bakalım:

“Çok sevgili baba;
Beni sanki olanlar benim suçummuş gibi suçluyorsun. Ben sanki bir dümen karışıyla her şeyi farklı tesis edebilirmişim, seninse olanlarda zerre kadar suçun yokmuş, varsa da bana karşı çok iyi davranmamış gibi yapıyorsun.

Örneğin geçenlerde bana şöyle dedin: ‘Sana karşı dıştan başka babaların davrandığı gibi davranmış olmasam da, seni hep sevdim’. Şimdi Baba, bütününe baktığımda bana karşı beslediğin iyi duygulardan hiç kuşku duymadım ama bu sözünü doğru bulmuyorum. Sen rol yapamazsın, bu doğru. Ancak sırf bu yüzden başka babaların rol yaptığını savunmaya kalkışman ya açıkça ve tartışılamaz bir diretmedir ya da aramızda bir şeylerin yolunda gitmediğinin, bundan senin de sorumlu ama suçsuz olduğunun örtülü ifadesidir. Kastettiğin gerçekten buysa, o zaman hemfikiriz demektir.

Olduğum kişiye yalnızca senin #tesirinle dönüştüğümü söylemiyorum tabii ki…”

Kafka, eğer böyle deseydim, bu abartılı olurdu diyor. Fakat ben abartı olduğunu zannetmiyorum; bilakis öyle olduğunu söylüyorum.

Bakımverenlerimiz, bize karşı ellerindeki en amansız silahlardan biri olan libidinal sevgilerini üzerimizden çekse, yine de bir #dilemmadır yaşarız. Onlar, ne kadar korkutucu ve travmatik de olsa, bipolar selfin bir ucunda bulunan ebeveyn imagosuna narsisistik enerjimizi aktarırız. Daha açık söylemem gerekirse, onları derinliklerimizin bir yerinde aklarız. Anladığım kadarıyla bu bir çeşit savunma.

Eğer ruhsal aygıtımız, “bizi yeterince kapsayamamış” bakımverenlerimizi agresif birimdeki bölmeyle algılasaydı, şüphesiz daha fazla korku, dehşet ve panik içinde kalırdık. Ama Kafka, babasının üzerindeki etkisi çok açık iken, bunu yadsıyor. Bütünüyle değil, bir an olsun yadsıyor. Onun tam olarak yaptığı, o etkiyi bir miktar daha azaltmaktır.

Mektuba devam edelim: “Sevgili baba, her durumda biz seninle çok farklıydık. Bu farklılığımız yüzünden birbirimiz için öylesine tehlikeliydik ki… Ağır gelişen bir çocuk olan benim ve senin gibi gelişimini tamamlamış bir adamın birbirine ilerde nasıl davranacaklarını biri önceden hesaplamak istese, senin beni benden geriye hiçbir şey kalmayacak şekilde düpedüz ayaklarının altına alıp ezeceğini varsayabilirdi.” Evet, çok daha fazlasını varsaymak mümkün. Ama Kafka, tüm yaşadığı deneyimleri ve ihmalleri kendi kendilik havuzunda yoğurup bunları yüceltmeseydi, olgunlaştırmasaydı, sanatsal bir ürüne dönüştürmeseydi, şüphesiz daha ağır bir tablo ile karşı karşıya kalırdık. Zaten bunu başarabilen insana da sanatçı denilir. Ama diğer faktörler de göz önüne alınarak, talihi bu yönde evrilemeyen bir kişi için fazlasıyla iyimser olmak, şüphesiz insan doğasına karşı kötümser bir bakış getirmem diye düşünüyorum.

Devam edelim: “Sevgili baba, ayrıca işin bütün zamanını alıyordu; bana günde bir kez bile görünemiyordun ve bu yüzden üzerimde asla azalıp alışkanlığa dönüşmeyen, daha derin bir etki yaratıyordun.

İlk yıllara ait, yalnızca tek bir olayı doğrudan anımsıyorum; bir gece durmadan su diye ağlamıştım. Susadığımdan değildi elbette, muhtemelen kısmen kızdırmak, kısmen de kendimi oyalamak içindi. Yaptığın birkaç sert uyarı fayda etmeyince, beni yatağımdan almış, evin kapısının önündeki koridora* çıkarmış ve kapıyı yüzüme kapatarak beni orada geceliğimle kısa bir süre tek başıma bırakmıştın.”

Balkon ile, binayı çepeçevre dönen kısım kastediliyor. Sırf su (!) istedi diye ağlayan bir çocuğu, gecenin karanlığında, balkonun bir köşesine bırakarak tek başına orada kalması hangi eğitim yöntemiyle açıklanabilir? Üstelik böyle bir anının unutulması zordur. Bu anının kişilik inşasının başladığı kritik gelişimsel dönemlerde yaşanmış olması (Kafka’nın sözde su isterken ağlaması muhtemelen çok küçük bir yaşına denk gelir.) anının ne kadar derinlere (beynimizin subkortikal alanlarına) indiğini gösterir.

Hepimiz “öznel” varlıklarız, desem yine az kalır. Hepimiz biriciğiz, tekiz, ayrıyız ve şahsımıza münhasırız. Kimimiz için bir yas ve kayıp ancak travma niteliğinde olabilirken (veya olamıyorken), kimimiz için de bir tokat veya sivri bir söz, adeta travma etkisi yaratır. Şüphesiz hassas ve ince ruhlar için korkunun azı bile, travma etkisi yaratabilir. Bu anlamda tutarsız ebeveynlik, hiç olmamasından iyidir. Aslında her ilişki örüntüsünde bu öyledir: arkadaşlıkta, sevgililikte, evlilikte, ebeveyn-çocuk ilişkisinde…

Devam edelim: “Anlamsızca su istemenin bana göre doğallığıyla, dışarıya bırakılmanın olağanüstü korkunçluğu arasında mizacım gereği asla doğru bir bağlantı kurmayı başaramadım. Devasa adamın yani babamın, yani en üst merciin neredeyse nedensiz gelivereceği, beni gece vakti yatağından alıp kapı önündeki koridora bırakabileceği ve onun gözünde böylesi bir hiç olduğum yönündeki kahredici düşünceyle, yıllar sonra bile acı çektim.”

Burada Kafka, kendi babasına hitaben “devasa adam, en üst mercii” gibi otorite belirten ifadelerle seslenmesi, başka anlamlara da geliyor. Nitekim bu ilgilendiğim kısımdan farklı olsa da yine çok anlamlıdır. Psikoloji literatüründe “devlet, en üst mercii, tanrı, kurumlar, yasalar, öğretmenler…” gibi otorite figürleri, biyolojik babanın farklı türevleridir. Buradaki baba figürü, aynı zamanda dönemin yozlaşmış devlet zihniyetinin, rüşvetin, kapitalizmin, adam kayırmanın, dejenere olmuş kamu kurumlarının, hukuk sisteminin, yasaların “kötü bir baba” üstünden örtük bir anlatımıdır. Bu anlatım, her iki babaya da (hem biyolojik babasına hem de dönemin zihniyetine) hem öfke hem de bir eleştiridir. Mektubun başka yerinde geçen “… ben sıska, çelimsiz ve kuruydum; sen ise güçlü, boylu poslu biriydin.” ifadesi, yine gerçek babanın şahsında, dönemin siyasi tablosu ve korkunçluğu gözler önündedir. Fakat benim ilgilendiğim bu örtük anlamlar değil; bizatihi biyolojik babanın, kendi çocuğunun iç dünyasında yarattığı tahrifattır.

Tek ihtiyacı, biraz güler yüz, biraz desteklenme biraz onaylanma ve biraz hissedilme olan bu çocuk, daha hayatın ilk yıllarında travmaya uğrayarak acının okyanusunda yüzüyor. Şüphesiz kulaçları eksik kalsaydı ruhsal kıyıya ulaşamaz ve nitekim suda boğulacaktı. Ancak bunu başararak, kendisindeki zehri, sihre dönüştürmüştür.. sanata dönüştürmüştür.. edebiyata dönüştürmüştür.. Tabi bundan da ötesi, kendini gerçekleştirmiştir.

Bu anlamda ruhsal travmalar, bir tarafı mahvoluş ve yok oluş iken; öbür tarafı ise varoluş anlamına dönüşebilir. Gelişimsel krizler bir anlamda karanlık, uçurum, acı iken bunu değiştirmek bizim elimizde. Bazen yalnız başımıza yapamasak da bununla ilgili destek almak, daha kolay hale gelir..

Psikolog Şahin Vural

Paylaşmak önemsemektir!

Hasan DEMİR
Hasan DEMİR
Uzm. Kln. Psk. Hasan DEMİR İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünü bitirdi. Master eğitimini İstanbul Ticaret Üniversitesi Uygulamalı psikoloji alanında çocuklarda öfke çalışmasıyla 2010 yılında tamamlamıştır. 2016 Yılında Yakındoğu Üniversitesinde Klinik Psikoloji alanında “Ergenlerin duygusal zekâları ve öfke düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi” çalışmasıyla klinik psikolog unvanını almıştır. Eğitim kurumlarında uzman danışmanlık, psikoloji yayınlarında danışmanlık, özel eğitim kurumlarında danışman olarak çalışmalar yapmıştır. Bireysel Psikoterapi, Yetişkin, Çocuk ve Ergen Terapisi, Aile ve Çift Terapisi, Farklı gelişen çocuklar ve Travma alanlarında birçok eğitim alan Hasan Demir, Psikoterapi çalışmalarına İstanbul’da devam etmekte olup Avusturya’da Sigmund Freud üniversitesinde Doktora programına devam etmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.