Bütüncül Oyun Terapisi
30 Ağustos 2018
Yolda Olma(ma)k!
21 Kasım 2018

Haftalık Psikoloji Notları: Çeşitli Yönleriyle “Bağlanma”

Ş: Şahin VURAL
H: Psikoterapist Hasan DEMİR


Ş: Çocukluk döneminde “Bağlanma” nasıl oluşuyor, yani Bağlanma olmazsa olmaz mı?
H: Sorunuza doğrudan cevap vermek gerekirse; olmaz. Öncelikle Bağlanma var, bir de Bağlılık var. Bağlanma teorisi, bilindiği gibi Bowlby ortaya atıyor. Sağlıklı bir birey olabilmek için sağlıklı bir bağlanma şekli olması lazım, yani güvenli bağlanma lazım. Çocuk, annesine sağlıklı bir şekilde bağlanacak ki hayata bağlanabilsin. Aslında temel güvenin kurulma evresidir bu. Çocuğun kendine güvenebilmesi, kendi ayakları üstünde durabilmesi için gereklidir. Kişi bir bağlanma nesnesi oluşturmamışsa ilerde iş hayatında sağlıklı bir istikrar sürdürmesi zor olacaktır, sağlıklı çevre ilişkileri zor olacaktır, hatta bu durum evlilik yaşantısını bile zor duruma koyacaktır.
Örneğin kişi, bir işe girecektir ama erken işten ayrılacaktır çünkü hemen sıkılacaktır. O sıkılma, güvensiz bağlanmanın bir göstergesidir. Kişi kendini orada tehdit altında hissedecektir. Bunun temelinde güvensiz bağlanma vardır. Bowlby’ye göre güvenli bağlanan bireyler sağlıklı bir yapıya, güvensiz bağlanan kişiler ise sağlıksız bir yapıya dönüşürler. Kişilik bozukluklarının hepsinin temelinde güvensiz bağlanma söz konusudur.
Yaşamın ilk yıllarında anne çocukla ilişki kuruyor. Anne çocuğu evin bir köşesine bırakıp gittiğinde çocukta “anne beni terk edecek” korkusu oluşuyor. Anne tekrar geri geldiğinde çocuktaki bu korku geçiyor. Sağlıklı bir ilişkide anne çocuğu kandırmıyor, gidiyorsa gideceğini söylüyordur ve gitmiştir. Döneceğim dediği zaman da anne dönmüştür. Çocuk bu şekilde anneye inanıyor. Bu durum güvenli bağlanma için söz konusudur. Güvensiz bağlanmada öyle olmuyor. Anne çocuğu bırakıyor, çocuğa yalan söylüyor, çocuğu kandırıyor ve dönecem dediğinde dönmüyor. Böylece çocuğu kandırıyor ve çocuk annesine güvenmiyor. Bu sebeple de çocuk hayata güvenemiyor. Mesela yerin kendisinin altından kayacakmış gibi hisseden vakalarımız oluyor. Bir işe girince sürekli işten atılacağı kaygısını taşıyanlar var. İşte bu güvensiz bağlanmadır. Sürekli bir işte var olamamak, güvensiz bağlanmanın bir sonucudur. Kişinin sürekli kaygıları olması, hayata güvenmemesi, sanki  kötü şeyler olacakmış hissi de bununla ilgilidir.

Ş: Bahsettiğiniz o kötü şey nedir?
H: Bebeklik döneminde annesinin kendisini terk edeceğine dair korkusudur, sağlıksız bir şekilde terk etmesidir.

Ş: Neticede güvensiz bağlanma bir kader değildir. Yani yaşamımızın bir evresinde bağlanma modelimiz değişebilir mi?
H: 
Burada psikoterapi devreye giriyor. Psikoterapi sayesinde bunu değiştirebiliriz.

Ş: Bu durum sadece psikoterapiyle mi değişebiliyor?
H:
Bir insanın hayatına sağlıklı bir birey girdiği zaman ve o kişi sürekli sağlıklı davranabilen bir eş, bir dost veya arkadaş ise, ancak o zaman değişebilir ama bu da profesyonel bir ilişki gerektiriyor. Yani kişinin o sıkıntılarına, psikopatolojilerine sürekli cevap vermesi gerekiyor. Bu durum da yorucudur ve bilinçli bir profesyonellik gerektiriyor. Bu profesyonelliğin devamı ancak seans odasında sürebilir. Annesiyle geliştirilen ilişki biçimini terapistine yansıtıp aynı ilişki biçimini yaşamak isteyecektir. Mesela terapistine kızacaktır, beni bıraktın, diyecektir. Terapist aynı nötralizede durmalı ve danışanını bırakmamalıdır. Onu bırakmadığı için de, danışanın beyninde yeni sinir aktivasyonları oluşur, yani yeni nörobiyolojik yolaklar oluşur. Daha önceki yolakların yerini yeni, sağlıklı nörobiyolojik yolaklar alacaktır ve amigdaladaki o duygusal travmalar teker teker çözülmeye başlayacaktır. Kişi terapide, yeni yolların da olabileceğini öğrenecektir. Hatırlıyorum bir danışanım, ben tatile gittim diye bana çok kızmıştı. “Sen beni terk ettin!” demişti. Tabi ben daha önce tatile gideceğimi kendisine söylememe rağmen yine de kızıyordu. Seans odasında kızgınlığını ifade etmeden önce, çok sinirli olduğunu fark edebiliyordum. Ben ne söylüyorsam tam tersini söylüyordu. Ben de kendisine “Şu an bana kızgınsın, bunun sebebini beraber tartışalım mı?” dedim. “Beni terk ettin” dedi. “Nasıl seni terk ettim.” dediğimde ise, “Sen gittin ve beni terk ettin, bir hafta buralarda tek başıma kaldım, kimse yoktu yanımda ve ben yalnızdım.” şeklinde cevap verdi. “Hayır, ben seni terk etmedim, gideceğimi sana söylemiştim. Geçmişinde seni terk eden biri oldu mu, söyler misin, seni terk eden, seni yalnız bırakan…” dedim ve nitekim kendi travmasına geçti. Çocukken annesiyle babası kavga etmiş ve annesi evden gitmişti. Çocuk babasıyla kalmış ve her gün annesinin geri geleceğine dair inancı artmıştı. Benimle kurduğu ilişkinin o duyguya gitmesinin nedeni annesinin ona evden giderken tatile gideceğini söylemesiydi. Annesi ben tatile gidiyorum demiş ama yalan söylemiş. Benim de ona yalan söylediğimi düşünüyordu. Onunla kavga ettiğimi, onu terk ettiğimi düşünmüş kendi zihninde. Bunu hayali olarak tasarlamış. Evde ise babası sürekli annelerinin kendilerini terk ettiğini hatırlatmıştı. Bilinçdışında benim de annesi gibi davrandığımı, onu istemediğimi, onu terk ettiğimi düşünmüş. Buna bilinçdışı o kadar inanmıştı ki, seans odasında bunu çözdüğümüzde o kadar çok gülmüştü ki… Aslında bu durum, bana karşı yaptığı transferanstı. “Bu benim terapistim, ben neden bu kadar bağırıyorum ona!” şeklinde bir içgörü kazanmıştı. Bu aşamadan sonra o travma çözülmeye başladı ve ayrışmalar başladı. Annesiyle kurmuş olduğu patolojik ilişki biçiminin yerine, terapistiyle sağlıklı ve yeni bir ilişkiyle bağlanması söz konusu oldu. Bu da ruhsal sisteminde, beyninde yeni bir yapının oluşmasına zemin hazırladı. Zaten son araştırmalara göre psikoterapinin beyinde değişimlere yol açtığı ortaya çıkmıştır.

Ş: Peki çocuklar neden bağlanmaz?
H:
Bununla ilgili Bowlby’nin güzel bir sözü var: “Çocuk ve daha sonra yetişkin, sonradan çok  fazla acı, kaygı, ve kızgınlığa yol açacağı için daha fazla reddedilmekten korkar ve bu yüzden herhangi birine bağlanmaya kendisine izin vermeye korkar hale gelir. Sonuç olarak yakın ve güven dolu bir ilişki, bakım, rahatlık ve sevgi için doğal isteğini ifade etmesinin ve hatta hissetmesinin önünde dev bir engel oluşur. Bunu da ben, içgüdüsel davranış ana sisteminin öznel dışavurumları olarak değerlendiriyorum”. Kişi annesiyle sağlıklı bir ilişki kuramadığı, güvenli bir bağlanma oluşturamadığı için ileriki zamanlarda hayatına giren insanlarla da sağlıklı ilişki kuramayacaktır ve bunu yapmaya korkacaktır. İleride tanıştığı insanlara karşı da annenin güvensiz davranışları karşısındaki tutumu gibi “aynısını bana tekrar yapacaklar, beni bırakacaklar” diye korkacaktır. Çünkü ilk nesne ilişkilerinde güvenli bağlanmaya dair bir engel vardı. Kişinin beyinde bir mühürlenme meydana gelerek şöyle diyecektir: “hayatıma girecek insanlarla da aynısı yaşayacağım.” Çocukluk dönemimizdeki bağlanma stilimiz nasılsa, ileride de buna benzer ilişkiler geliştiririz. Duygusal ilişkileri, iş ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri bağlanma modelimizden etkilenir. Güvensiz bağlanan kişiler iş hayatında, duygusal ilişkilerinde sıkıntılar yaşarlar çünkü güvenemezler. Bunun da temeli 0-6 yaşa dayanır.

Ş: Peki çocukken anne babasını kaybeden çocukların bağlanma stilleri nasıl olur?
H: Bağlanma olması için illa ki bir annenin veya babanın olması gerekmiyor. Çocuğun hayatında bir nesnenin olması yeterlidir. Ama bu nesnenin sağlıklı duygu vermesi gerekir. Anne yerine bir bakıcı, teyze, üvey anne de olabilir. Önemli olan o nesnenin çocukla kurduğu sağlıklı ilişkidir. Aynı bakıcının 0-6 yaş döneminde sürekli olması ve sağlıklı olması çok önemlidir. Çocuk o dönemde annesini kaybedebilir, dolayısıyla bir yas süreci geçirebilir ama o dönemde çocuğun hayatına girecek olan kişinin, çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarına karşılık verebiliyor olması, çocuğa yeterince sevgi verebilmesi, ilgi gösterebilmesi söz konusu olursa çocuk temel güven duygusunu kazanacaktır. Eğer süreç böyle işlerse çocuğun ego kapasitesinin, bu kayıp sürecini tolere edebileceğini düşünüyorum. Ama o nesnenin tutarsız bir ilişkisi varsa, çocuğun hayatında depresif bir bakıcı varsa ve çocuğun hayatında, hissedemeyen bir anne varsa bu da temel güven eksikliğine sebep olacaktır ve çocuk güvensiz bağlanma modeli geliştirecektir. Buradaki durum, bakım verenin ruh sağlığıyla ilgilidir aslında. Bu illaki anne olmak zorunda değildir. Doğum zamanında annesini kaybeden çocuklar oluyor ve annenin yerine ikame olan kişiler, bir çocuğa bakım verirken her zaman sağlıklı davranırsa, çocuğun güvenli bağlanma modeli geliştiridiği gözlenmiştir. Ebeveynlerinden birini kaybeden çocuk için, evet, orada bir yara vardır ama sağlıklı bir ilişkiyle iyileşebilir; fakat sadece yara izi kalacaktır. Bazı yaralar da vardır ki kabuk bağlamasına rağmen alttan kanar. Eğer söz konusu nesne sürekli olarak çocuğa karşı bir tutarsız tutum içerisinde olursa çocuğun temel güven konusunda şüpheleri olacaktır ve bu durum yara üstündeki kabuğun sürekli kanamasına sebep olacaktır.

Ş: Bağlanmanın oluşması için ne kadar zaman gereklidir?
H: Aslında zamandan ziyade tutarlılık önemlidir. Bakıcı eğer çocuğun ihtiyaçlarına cevap veriyorsa, çocuklayken gerçekten çocuğun yanında oluyorsa, çocuğun duygusal ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa ve bunları sağlıklı bir şekilde yapıyorsa çocuk, güvenli bağlanma geliştirecektir. Bazen çocuğun yanında olan bazen olmayan değil, her zaman çocuğun yanında olan ve yanında olacağını hissettiren anne ile çocuk arasında güvenli temeller atılır. Tabi  çalışan annelerde genelde şunu fark ederiz: Çocuğa yeterince bakamadıkları için kendilerini suçlu hissederek çocuğa bakmaları… Yeterince zaman ayıramadıkları ve ilgi gösteremedikleri için kendilerini suçlu hisseden anneler… Aslında bu anneler, ikircikli bir duyguyla çocuklara yaklaşırlar. Bir tarafları ilgilendiklerini düşünür, öbür tarafları yeterince ilgilenmediklerini düşünür. Veya anne bir taraftan yorgun olabilir. Anne bu dönemlerde çocuğa sağlıklı duygu veremiyor olabilir. Ama aynı anne “Ben çalışıyorum ve bu kadar ilgilenebiliyorum.” dese, sağlıklı bir ilişki kurulur zaten. Çalışmaktan ziyade, var olan zamanda çocuğu görmek, çocukla ilgilenmek, çocuğun ihtiyaçlarını giderebilmek ve zaman geçirebilmek önemlidir. Fakat beraber zaman geçirmek demek, sadece beraber oynamak değildir. Beraber zaman geçirmek demek, oyun oynarken gerçekten orada olmaktır. Fakat diyelim ki anne yorgundur ve o esnada çocukla ilgilenemiyordur. Anne, yorgun olduğunu ve şu an çocukla ilgilenemeyeceği söyleyebilmelidir. Çocuk yalın olmayı, dürüst olmayı, doğru olmayı ister. Çocuğa belirsizlik iyi gelmez.  Net olmak, orada olmak ve orada olamıyorsa da net bir şekilde orada olamayacağını ifade edebilmek önemlidir. Kısacası anne tutarlı olmalıdır. Çocuk için bazen ufak tefek narsisistik incinmeler kaçınılmazdır. Zaten bunlar da bir bakıma, gerçeklik algısının oluşması için gereklidir. Çocuk, hayatta bazı şeylerin hep istediği gibi olamayacağını, bazı problemlerin olabileceğini bilip bunlarla ilgili çözüm geliştiren bir birey haline gelecektir. Winnicott’ın “yeterince iyi annelik” tanımlamasının burada önemli olduğunu söyleyebilirim. Çocuk ağladığında orada olabilmek, beslenme ihtiyaçlarını, sevgi ihtiyaçlarını anlayabilmek ve yeterince orada olmak “yeterince iyi anne” olmak için bir ölçüttür.

Ş: Bilindiği gibi çocuk ile anne arasında 3 yaşına kadar diyadik (ikili) bir ilişki vardır. Diyadik ilişkiden sonra çocuk triangüler (üçlü) ilişkiye geçer. Triangüler ilişkinin başlamasıyla baba faktörü bağlanma sürecinin neresindedir?
H:
Çocuk bir yandan büyümeye devam ederken üç yaşından sonra baba figürü, çocuk için önemli hale gelmeye başlar ve anne-baba-çocuk arasında üçlü bir ilişki gelişmeye başlar. Bu aşamayla birlikte cinsiyete göre çocuğun hayatında bir rekabet başlar. Çocuk, dediğimiz gibi cinsiyetine göre önce mücadele edecektir, ardından belli bir noktadan sonra özdeşim kurup oidipal meselelerini çözerek sağlıklı bir yolculuğa çıkacaktır. Bu süreçten sonra, 0-6 yaş döneminin bittiğini kabul ederiz. Çocuk okul hayatında latent (gizil) bir döneme geçiş yapar, ta ki ergenliğe kadar. Çocukluktaki bu döngü ergenlikte tekrar ortaya çıkar. Ergenlik döneminin önemli gelişmelerden bir tanesi de cinsel duyguların gelişmeye başlamasıdır. Bion’un dediği gibi ergenlik, tekrar bir doğum sürecidir veya Erik Erikson’un ifade ettiğ gibi, kimlik ve kişiliğin oluşması için önemli bir evredir. Bu dönemde çocuk 0-6 yaş döneminde yaşadığı meseleleri tekrar ergenlik döneminde de yaşamaya başlayacaktır. Oidipal meseleler gündeme gelecek, babayla veya anneyle rekabet başlayacaktır. 3-6 yaş döneminde anne ve babaların cinsiyetlerine göre çocuğa belli alanlara geçebilmesine, kendini fark edebilmesine izin vermelidir. Babanın anneye, annenin babaya ait olduğu konu haricinde, ebeveynlerin çocuklara izin vermesi gerekir. Çocuk bu noktada oidipal kaygılarını çözmeye başlayacaktır, eğer bu kaygılar çözülmediğinde bu mesele patronuyla, müdürüyle, eşiyle, arkadaşıyla, dostlarıyla, kısacası hayatının öbür alanları üzerinden sürecektir.

Ş: Hem 0-6 yaşındaki oidipal meseleler hem de ergenlik dönemindeki oidipal meseleler devam ettiğinde, bu terapiyle çözülebiliyor mu?
H:
Çözülebiliyor. Kişi terapi sürecinde oidipal meseleleri tekrar terapistiyle yaşamaya, terapisti üstünden bir aktarım geliştirmeye başlayacaktır. Terapist bunlarla ilgili konuşma ve analiz yaptığında, danışanla birlikte yeni bir yolculuğa çıktığında bu, danışan için yeni bir olgunluk, yeni bir sistem ve yeni bir sağlıklı ruhsal süreç oluşturmaya başlayacaktır. Kişinin farkındalıkları böylece artacaktır.

Ş: Güvenli bağlanan bir çocuk erken dönemde bağlanma nesnesini kaybederse gelişimi nasıl bir seyir izler?
H:
Söz konusu kayıp 0-6 yaş döneminde yaşanırsa güvenli bağlanma, sağlıklı bir şekilde devam edecektir. Çocuk tabi ki bu dönemde travma yaşayacak, yas sürecini yaşayacaktır ama diğer ebeveyniyle sağlıklı bir ilişkisi varsa ona bağlanarak gelişimine devam edecektir. Yani bir sefer güvenli bağlanma oluştuktan sonra artık bu bağlanma çeşidi devam edecektir. Sağlıklı ilişki sonucunda beyinde yeni sistemler, yeni nörobiyolojik yolaklar oluşur ve bu sistem veya nörobiyolojik yolaklara göre de ilişki biçimleri oluşur. Böylece yeni ilişkilerle birey hayatına devam edecektir.

Ş: Bağlanma modelimizin devamı nasıl oluyor?
H:
0-6 yaş döneminde bağlanma sağlıklı bir şekilde oluştuktan sonra ergenlikte de kişilik inşa oluyor. Kişiliğin inşasıyla 0-6 yaş dönemindeki bağlanma ergenlikte de aynı şekilde devam edecektir. Ergenlikten sonraki yetişkinlikte de bu bağlanma modeli değişmeden devam edecektir.

Ş: Peki güvensiz bağlanmışsa?
H:
Yapılan araştırmalarla çocuğun anne ve babasıyla kurduğu ilişkiye benzen bir ilişkiyi terapistiyle kurabileceği ve bunu hayatına uygulayabileceği görülmüştür. Bununla ilgili vakalar da var. Benim, 4 yıllık terapi sürecinden geçen bir danışanım vardı. Hayata karşı güvensiz bir bağlanma modeli geliştirmişti. Anne-babası erken yaşta boşanmış, anne bağımlı bir kişilik, baba ise duygularını ifade edemeyen ve kendini ortaya koyamayan, sürekli eleştiren ve eşiyle sağlıklı bir ilişki kuramayan biriydi. Boşanmadan sonra anne yoğun ilgisini, patolojik sevgisini çocuğa yansıtmıştı. Çocuğa, benim istediğimi yapmazsan “sevgimi çekerim” tehdidiyle yaklaşmıştı. Böylece çocukta güvensiz bir bağlanma oluşmuş ve nitekim hayata güvenmek konusunda ciddi problemleri oluşmuştu. Çocuk üniversiteye başlayınca aniden ortaya kusma semptomları baş göstermiş ve arabaya binemez hale gelmişti. Bu şikayetler üzerine dahiliye bölümüne başvurmuştu. Yapılan incelemeler sonucunda midesinde herhangi bir sorunun olmadığı tespit edilmişti ve bunun psikosomatik bir süreç olduğu saptanıp psikoloğa gitmesi önerilmişti. Bu aşamadan sonra beraber çalışmaya başladık. Bu 17-18 yaşlarındaki genç, kendine güvenmeyen, kendini ifade etmekte zorluk çeken, içine kapanık bir yapısı vardı. Boynu da sürekli aşağıdaydı. Terapiye başladıktan sonra hayli mesafe katetti ve beni olduğu gibi kabul etmişti. Tabi bunu benim duruşum, yaklaşımımla sağlamıştı. İç dünyasındaki sıkıntılarını ifade etmeye başladı. Onun bana verdiği his “beni hiç bırakmayacaksın değil mi?” hissiydi. Ben terapi sürecinde ona şu duyguyu vermeye çalıştım: “Ben durdayım, ilişkimiz bu ve bu süreç devam edecek.” Genellikle çocukluk dönemindeki babasının terk etme anılarına gidiyordu. Yalnız kaldığını, kimsesiz kaldığını ve kimseden de yeteri kadar güven alamadığını, başkaları olmasa hayatta kalamayacağını söylüyordu. Sık sık “Beni terk etmeyeceksiniz değil mi, ben sizin istediğiniz çocuk olacağım, siz de benim istediğim gibi bir baba olacaksınız.” derdi. Ama ben orada kendimin terapisti olduğumu, kendisinin de bana başvuran bir danışanımın olduğunu hatırlatıyordum. Çocuk bir noktadan sonra ayrışmaya başladı ve kendi kararlarının olduğunu, bir birey olduğunu, başkalarını mutlu etmesine gerek olmadığını keşfetti. Çünkü sürekli başkalarını mutlu etmek üzerine kurulan bir sistemi vardı. Eğer mutlu etmezsem beni terk edecekler, inanışı vardı. Bu duyguyla birinci nesne ilişkisi olan annesine gidiyordu. İkinci nesne ilişkisi (babası) zaten hiç yoktu. Çünkü annesi ve babası ayrıldığı zaman kendisi 2 yaşındaydı. Bundan ötürü bir kayıp korkusu yaşıyordu. Birileri onu terk edecek korkusu yaşıyordu. İyi bir çocuk olmadığı zaman terk edileceğini ve sevilmeyeceğini düşünüyordu ve insanlara göre şekil alıyordu. Terapiyle birlikte bir başkasına göre değil de kendisine göre şekil alması gerektiğini öğrendi. Böylece kendi ihtiyaçlarını da fark etmeye başladı. Çocukken zor bir süreçten geçtiğini, tek başına 2 kadınla büyüdüğünü (anne ve anneanneyle), sürekli onları mutlu etmek için çalıştığını kabul etti. 8 yaşına kadar da annesi tarafından okula götürülüyordu. Başladığımız terapi sürecini de aynı şekilde değerlendirmişti. Sanki benim de onun elinden tutup üniversiteye götürecekmişim gibi hissettiğini söylüyordu. Fakat terapi sürecimizle birlikte, son seansımızda şu an kendi başına hayata bakabildiğini, kendi başına yürüyebildiğini, ihtiyaçlarını görebildiğini ve kararlar alabildiğini ifade etti. Daha sonra üniversitesini bitirdi ve bir işe başladı. Şu an bir iş projesi var ve en son şunu söyledi bana: “Ben artımla ve eksimle bir bireyim.” Daha sonra terapi sürecimizi bitirdik. Bir bakıma buradaki güvensiz bağlanma da güvenli hale gelmişti.

Ş: Anne babasıyla ilgili olanlardan kendisini mi suçluyordu?
H:
Evet bir suçluluk duygusu vardı. Bütün sebep benim ve ben doğduktan sonra ayrılmışlar, diye bir inanışı vardı. “Ben hep annemin sırtında kamburdum çünkü annem bu duyguyu veriyordu bana.” derdi. Anne sürekli olarak, çocuğa kendi uzantısı gibi davranıyordu. Annesi çocuğu getirdiğinde çocuk 17-18 yaşlarındaydı. Bu gevensiz bağlanma, ergenlik döneminde artık ruhsal bir sinyal vermeye başlamıştı. Bir şeyler yolunda gitmiyordu ve artık semptom üretmeye başlamıştı. Toplumun içine girince herkesi mutlu etmeye çalışıyordu. Çocuk dışarıda bazı kişileri anne ve babasının yerine ikame ederek onları sürekli mutlu etme çabası içindeydi. Onları mutlu etmeye çalışırken aslında mutlu edemediğini de görüyordu, bütün kurduğu savunma sistemleri de böylece çöküyordu. Bunun üzerine terapiye başladı. Bu savunmalarını konuşurken sürekli “Dışarıda kendime bir kişi buluyorum ve onun bütün ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorum. Bulduklarımı mutlu etmeye çalışırken hiç mutlu olamadıklarını da fark ediyorum” diyordu. Daha önce onun bulantı semptomları vardı fakat biz hiç bu semptomlarının üstüne konuşmadık. Çünkü bunlar bir sonuçtu. Daha çok kişilik üzerine çalıştık. İlişki kurmak, kendisi olmak, kendi kararlarını verebilmek, kendini bir bütün olarak görmek konularını çalıştık. İlk seanslarımızda, ben bazen ondan sonra odaya girdiğimde hemen ayağa kalkar, önünü ilikler ve ben oturmadan oturmazdı. Burada zaten bir şeylerin olduğunu hemen fark edebiliyorsunuz. Bu durum, onun sürekli olarak bir başkasını memnun etme isteğinden ileri geliyordu ama terapinin daha sonraki aşamalarında seans odasında onu oturarak görürdüm. Rahattı ve ben içeri girdiğimde hemen ayağa kalkıp hazır olda beklemiyordu. Kendi ihtiyaçlarının farkına vararak karşı tarafın da ihtiyaçlarının farkına varmıştı. Daha önceki ilişki sisteminde bunlar, hep kendi ihtiyaçlarıydı. Kendi ihtiyaçları derken aslında kişiyle kaynaştığı için öyle sevileceğini, aksi durumda sevilmeyeceğini, ona değer vermeyeceğini düşünerek bunu yapıyordu. Bunları da daha sonra açıkladı. “Bazen size karşı içimden o kadar öfke oluşuyordu ki, sizi kıskanıyordum, size haset ediyordum; çok rahattınız, konuşuyordunuz. Ben hep size kendimi beğendirmeye çalışıyordum.” diyordu. “Bu seni nereye götürüyor?” dediğim zaman, annesiyle ve dayısıyla kurmuş olduğu ilişki biçimini anlatmaya başlardı. Çocuk dayısının ve annesinin istekleri haricinde bir şey yaptığında, hep eleştirmişlerdi ve onu sevmediği duygusunu vermişlerdi. Bundan ötürü onların istediği bir çocuk olmaya çalışıyordu. “Hocam sizinle olan ilişkimde, sizin istekleriniz haricinde bir şey yaptığımda onların bana yaptığı gibi yapmadığınızı, beni yine de kabul ettiğinizi fark ettim.” diyordu. Değişim de bununla beraber olur zaten. Kişiyi olduğu gibi kabul etmek ve onu değiştirmeye çalışmamak aslında iyileştiren şey olur. Aradan 6 ay geçtikten sonra onu tekrar gördüm. İlk bana geldiğinde 120 kiloya yakındı. Beden algısı çok bozulmuştu; kendisini beğenmiyordu ve yüzündeki egzamalarla da insanların kendisine acıdığını düşünüyordu. Kendisini acındırdığı zaman, annesi daha çok seviyordu onu çünkü. Sürekli kendini acındırarak ilişki kurmaya çalışıyordu. Bu süreçte bunları gösterdim ona. Aslında bunların sağlıklı olmadığını, hayatını daha çok zorlaştırdığını fark ettirdim. Bunları fark ettikçe bir içgörü gelişmeye başladı ve kendini acındırarak fark yaratacağı inancının aslında onun hayatını zorlaştırdığını görmeye başladı. Babaannesi ve annesi sürekli onu şu şekilde seviyordu:  “Zavallı yavrum, babası yok. Zavallı yavrum,  hasta. Zavallı yavrum…”Çocuk, hasta zamanlarda da çok yoğun bir şekilde ilgi görüyordu. Aynı şekilde bunu terapistinden de istiyordu. Literatür buna farklı kavramlar veriyor. Narsisistik kişilik yapısı diyen var, gizli narsisizm diyen var ama terimden ziyade daha çok danışanın fark edilme ihtiyacının olduğunu o kadar gördüm ki, nitekim bunu çalıştım. Yani o süreçte nasıl kendisi olabileceği, fark edilmenin hayatında ne teşkil edebileceği üzerinde konuştukça, problemler kendiliğinden çözülmeye başlıyordu. Kendisi, “gerçek kendilik”i oluşturmaya başlıyordu. İnsanları mutlu etmeyi bırakarak, insanların onu sevmesini sağlayan “sahte kendilik”i terk edip gerçek kendiliğe doğru yolculuğa başlıyordu. Nitekim kararları kendisi için almaya başladı, insanlarla empati kurmaya başladı. Daha önce öbür insanların kendisinden ne isteyebileceğini çok düşünüyordu. Öbür insanlar benim hakkımda ne düşünecekler, beni nasıl yorumlayacaklar algısı vardı. Tabi bunların hepsi artık karşılıklı olmaya başlamıştı, yani başkalarının da fikri önemliydi ama benim de fikirlerim önemlidir, demeye başlamıştı.

Ş: Mizaç nedir? Mizaç ile bağlanma arasında nasıl bir ilişki vardır? Kim daha çok birbirini etkiler?
H:
Mizaç kalıtımla gelen bir sistemdir, yani atalarımızdan bize geçen bir sistemdir. Ama mizacın çevre faktörüyle değişebileceği, esneyebileceği şeklinde görüşler de vardır. Mizaç, kişilik yapımızın bir özelliğidir ve kolay kolay değişmeyeceği üzerine yorumlar yapılıyor. Bağlanma üzerindeki ilişkisine gelince, bir insanın annesi güvensiz bir bağlanma modeline sahipse çocuğuna da güvensiz yaklaşacaktır ama eğer güvenli bağlanmışsa çocuğuna da güvenli yaklaşacağından çocuğun mizacı zaten buna göre şekillenecektir. İkisi de birbiriyle ilişkili iki kavramdır ve ikisi de anne-babanın birbirleriyle ve çocukla kurduğu ilişki biçimine göre şekil alır. Mizaç kalıtımla gelir ama çevreyle birlikte mizacın içeriği değiştirilebilir. Nasıl? Yeni bir ilişki biçimiyle… Mizaç ile bağlanmanın üzerinde kalıtsal etkiler vardır ama ikisi de bir şekilde öğrenilmiştir. İkisini birbirinden ayırmak zordur, bu bir çeşit paradoksal bir durum gibidir, ikisini birbirinden ne büsbütün ayrı düşünebilirsiniz ne de tamamıyla bağlı. Ben mizacın değişebileceğini düşünenlerdenim. Çok sinirli olan bir çocuğu, yeni bir ilişki biçimiyle sakinleştirmek mümkündür.

Ş: Eğer anne yoksa baba, annenin yerine geçip annenin verebileceği kadarını verebilir mi?
H:
Tabii ki, bazı temel içgüdüsel kavramlarımız vardır. Annenin süt vermesi, anneyle çocuk arasında kurulan o sıcak ilişki gibi. Bunlar yapılan araştırmalara göre çok önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Bowlby, Ainswoth ve Mahler gibi çocukla çalışan kişilerin araştırmaları da bu yöndedir. Çocuk dünyaya geldikten sonra anne ile çocuk arasındaki o yakınlık, ilişki çocuğun dünyasını çok etkilemektedir. Ama bir tarafta annesini kaybetmiş bir çocuğu düşünelim. Benim böyle bir danışanım vardı, bunu örnek vermek istiyorum. Burada çocuğun hayatındaki bakıcı çok önemlidir ve bu süreçte bakıcının çocukla kurduğu ilişki biçimi de çok önemlidir. Bu anne de olabilir, baba da olabilir, teyze de olabilir ve dışarıdan parayla tutulmuş bir bakıcı da olabilir ama burada çocukla kurulan ilişki biçimi önemlidir. Çocuğun ihtiyaçlarını gideriyor mu, çocuğu olduğu gibi kabul ediyor mu, çocukla gerçekten sağlıklı bir ilişki kuruyor mu, kendi travmalarını çocuğa yansıtıyor mu, bunların hepsi çok önemlidir. Kısacası cinsiyet değil, çocukla kurulan ilişki biçimi önemlidir. Seans odasında biz çocuğun bağlanma modelini bazen el sıkışırken bile hissedebiliyoruz. Mesela el gelir, avucunuzu sıkar ama kaçmaz veya hemen kaçar. Bütün bunların bir anlamı vardır. Güvensiz bağlanmış bir kişinin elini sıktığınızda ya çok serttir; sanki tutmuyor gibidir ya da çok gevşektir. Onun bağlanma şeklini tokalaşırken bile hissedebilirsiniz veya  “Merhaba!” deyişi de bizim için önemlidir. Bağlanım, aslında ilk ortaya çıktığı zamanda psikanaliz tarafından çok eleştirilmişti ama Bowlby bu fikirlerini arkadaşlarıyla tartışarak genişletti ve bağlanmanın insan hayatında çok önemli olduğunu, sağlıklı bağlanma kurulduğu zaman insanın ileriki zamanlarında da sağlıklı bağlanmalar kurduğunu gördü. Şu anda çocuklarla ilgili yapılan araştırmaların çoğunda, bağlanma kuramına atıfta bulunarak kuramlarını geliştirdiğini görebiliyoruz.

 

Paylaşmak önemsemektir!

Hasan DEMİR
Hasan DEMİR
Uzm. Kln. Psk. Hasan DEMİR İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünü bitirdi. Master eğitimini İstanbul Ticaret Üniversitesi Uygulamalı psikoloji alanında çocuklarda öfke çalışmasıyla 2010 yılında tamamlamıştır. 2016 Yılında Yakındoğu Üniversitesinde Klinik Psikoloji alanında “Ergenlerin duygusal zekâları ve öfke düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi” çalışmasıyla klinik psikolog unvanını almıştır. Eğitim kurumlarında uzman danışmanlık, psikoloji yayınlarında danışmanlık, özel eğitim kurumlarında danışman olarak çalışmalar yapmıştır. Bireysel Psikoterapi, Yetişkin, Çocuk ve Ergen Terapisi, Aile ve Çift Terapisi, Farklı gelişen çocuklar ve Travma alanlarında birçok eğitim alan Hasan Demir, Psikoterapi çalışmalarına İstanbul’da devam etmekte olup Avusturya’da Sigmund Freud üniversitesinde Doktora programına devam etmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.