Emosyonlar…
1 Ocak 2019
Çocuk ve ergenlerle bütüncül oyun terapisi
10 Mart 2019

Geçmişten Gelen Bakiye: Ego’nun Savunma Düzenekleri (2)

Ş: Psikolog Şahin VURAL
H: Psikoterapist Hasan DEMİR

Ş: Savunmalar neden ortaya çıkar?
H: Freud; ruhsal aygıtı, İd-Ego-Süperego şeklinde tanımlarken bunu bir buz kütlesi olarak da resmeder. Bu buz kütlesinin altında kalan kısım id’dir. Ego, buzun üzerindedir ama bir kısmı da buzun altındadır. Bir de Süperego vardır. Ego; İd ile Süperego arasındaki çatışmayı hafifletmek adına olayları daha kabul edilebilir hale getirir. Buna dürtü-çatışma kuramı denir. Dürtü-çatışma kuramı denilmesinin nedeni, bu dürtülerin İd ile Süperego arasında çatışma halinde olmasından ötürüdür. İnsanın ilkel olan duyguları, dürtüleri İd’te kayıtlı haldedir ve bir şekilde gün yüzüne çıkmaya çalışır. Bu aşamada savunmalar devreye girer. Bunu bir metafor üstünden anlatmak istiyorum… Bir odada, odun sobasının bacası tıkandığında içeriye duman dolacaktır.  Bu duman açık olan kapıdan çıkmaya çalışacaktır. Eğer kapıyı kapatırsanız, pencerenden çıkmaya çalışacaktır. Pencereyi de kapatırsanız kendisine bir çatlak bulup illaki oradan çıkacaktır. Bilinçaltı sistemlerini de böyle düşünebiliriz. Gün yüzüne çıkmaya çalışan malzeme, Süperego tarafından baskılanınca Ego devreye girip çeşitli savunmalar şeklinde boşalımını sağlar.

Ş: Araya girmek istiyorum. “İlkel” dediniz. İlkel olan ne demektir?
H: Cinsellik, beslenme, saldırganlık, öfke gibi primitif süreçlere ilkel diyoruz. Şimdi bunların hepsi su yüzüne veya gün yüzüne çıkmak ister, dolayısıyla Ego’ya çıkmak ister ama bir taraftan da İd’in çalışma prensibi, acı ve haz ilkesine göredir. İd, haz olan şeye ulaşmak ister; acı veren şeyden de kaçmak ister. İd’de yer, zaman, mekan kavramları yoktur ve bu primitif dürtüler, sürekli yukarıya çıkmak için bir baskı uygular. Öte yandan Süperego dediğimiz ruhsal aygıtın bir başka parçası da ahlaki değerlerimizi temsil eder. Bunları; Dini değerler, ahlak kuralları, anne-babanın kuralları, örf ve adetler, töreler, kültür, kısacası folklor olarak tanımlayabiliriz. Bu değerler, İd’den gelen dürtüleri engellemek için Ego’ya baskı yapar. Ego’nun bu iki ruhsal aygıt arasında kalan bir mekanizma olduğunu yukarıda belirtmiştim. Ego hem İd’i hem de Süperego’yu idare etmesi gerekir. Ego’yu, iki güçlü ve birbirine husumet besleyen devlet arasındaki tampon devlet olarak düşünebiliriz. Tamam aradadır ama Ego’nun bu iki devletten de daha güçlü olması gerekir. Ego, ikisine de iyi gelecek şeyler söylemelidir. 3 yaşındaki bir çocuk herkesin içerisinde altına kaçırdığı zaman çok normal bir durumdur ama 20 yaşındaki bir genç bunu yapınca normal değildir ve Süperego da buna izin vermemeye çalışır. Şimdi konuyu savunma düzlemine aktarmaya gelince… Diyelim ki İd’den gelen bir dürtü var ve kişi cinsellik yaşamak istiyor. Gidip rastgele cinsellik yaşarsa Süperego buna izin vermeyecektir. Kişi cinselliği daha makul bir hale getirip yaşayacaktır. Veya diyelim ki İd’den gelen şiddetli dürtülerle, kişi babasına karşı çok yoğun bir öfke besleyip onu öldürmek istiyordur. Bu aşamada Süperego İd’e bir baskı uygulayacaktır. Ego ise yaşanan bu yoğun çatışmada savunmalar geliştirecektir. Mesela Ego bu durumda ne yapabilir? Bu yoğun öfkeyi bir savunma olan konversiyon bozukluğu olarak çıkartabilir. Özetle, İd’in haz ilkesine göre çalıştığını; Egonun gerçekliğe göre çalıştığını; Süperego’nun ise ahlaki değerlere göre çalıştığını söyleyebiliriz. Bizim terapide yaptığımız aslında Ego kapasitesini güçlendirmek, kişinin ilkel savunma mekanizmalarını gösterip kendisine zarar vermesini engellemek, kişinin kaldırabileceği kadarını ona göstermektir. Savunmaları; ilkel, nevrotik ve olgun savunma mekanizmaları olarak ayırmak mümkün. İlkel olan savunma mekanizmalarını olgun olan savunma mekanizmalarıyla yer değiştirmeye çalışırız. Savunma mekanizmaları ilk başlarda ruhu rahatlatan bir sistemdir ama sürekli farkında olmadan kullanıldığı zaman ruha zarar vermeye başlar. Düşünün mesela, sürekli Yansıtmalı Özdeşim kullanıldığını? Sürekli olarak Bastırma’nın, Bölme’nin, Yansıtma’nın kullanıldığını…

Ruh, bundan çok çok etkilenecektir; nitekim yorulacaktır. Ve Ego da bunu artık kontrol edemez duruma gelecektir. Bu aşamada ise yoğun bir şekilde anksiyete yaşanacaktır. İd’deki dürtülerin tek amacı bir şekilde yukarı çıkmak, suyun yüzeyine ulaşmaktır ama Ego bunu bir şekilde bastırmaya çalışacaktır. Peki neye göre bastırır? Süperego’ya göre… İd’den gelen yoğun öfke ve saldırganlık duygusunu şöyle tanımlayabiliriz: “Cerrah, seri katil ve kasabı düşünelim. Bu üçünün de İd’den gelen duygusu, kesme duygusudur. Fakat cerrah, bunu olgun bir savunmaya dönüştürerek insanlara yardım eder.” Bizler, hayatımızdaki savunmaları fark ettikçe bunları daha olgun bir seviyeye getirebiliriz. Örneğin: Danışan gelince annesinin kaybını “Benim annem vefat etti… Annemi çok seviyordum, onunla vakit geçiriyordum, birlikte eğleniyorduk.” der. Bunu anlatırken sanki duygu yokmuş gibi anlatır. Yalıtma dediğimiz savunma düzeneğini kullanarak anlatır; duygunun izolasyonunu yaparak anlatır. Kendi kaybını dile getirirken duyguyu, düşünceden ayırarak aktarıyor. Gerçek duyguyu yaşamak ve ifade etmek çok ağır bir durum haline gelmişti çünkü. Danışan bunun farkına vardığı zaman, gerçekliğe daha çok yaklaşır.  “Evet bir kayıp var, aslında bu kaybın acısının yaşanması lazım.” diyemiyor ilk başlarda. Beraber çalışıldıktan sonra bu duygunun kabulü, rahatlamayı da beraberinde getiriyor. Danışana bunu fark ettirmemiz lazım.Tabi ilk seansta değil; sonraki seanslarda beraber bu duyguya yaklaşırız.

Ş: Çocuklarda savunmalar nasıl görülür?
H: Çocuklardaki davranış bozuklukları hepsi birer savunma olarak değerlendirebilir. Enkoprezis (alt kaçırmak) mesela… Bir çocuk babasına karşı beslediği öfkeyi ona doğrudan yöneltemeyeceği için böyle bir savunma geliştirir. Tabii bu primitif bir yoldur. Duyguların doğrudan ifade edilemeyişi “Dışa Atım Bozuklukları” dediğimiz Enkoprezis veya Enürezis şeklinde ortaya çıkar. Veya çocuk yoğun bir şekilde stres altında olduğunda tırnak yiyebilir. Aslında bunların hepsini birer savunma olarak değerlendirebiliriz. Bir danışanımdan örnek vermek istiyorum. Okula gitmek istemediğini, otobüse binince midesinin bulandığını, başının döndüğünü ifade ediyordu. Şimdi bir insan midesi bulandığı ve başı döndüğü için okula gitmeyebilir ve neticede Ego da bunu kabul edecektir. Süperego da burada iş birliğine girer. Ama 20 yaşında bir yetişkinin “Korkuyorum, okula gidince insanların bana baktıklarını hissediyorum ve beni yiyeceklermiş gibi hissediyorum. Okula gidersem insanlar beni eleştirecekler, benimle dalga geçecekler.” demesi, egodistoniktir. Bir de zaten Ego’nun gerçekliği de vardır.  İd’den gelen yoğun korku, kaygılar bir şekilde şekil değiştirerek mide bulantısına veya baş ağrısına sebep olacaktır. Semptom, her zaman kendini böyle göstermeyebilir ama korku ve kaygı, çeşitli şekillere bürünerek dışarı çıkar. Dolayısıyla kişinin okula gitmek istememesinin nedeni semptomların ötesinde olan bir hikayedir…

Ş: Çocuklarda en çok hangi savunmalar görülür?
H: Aslında çocuklarda savunmaların hepsini görmek mümkün. Bölme savunma mekanizması  çocukluk döneminde hayatı öğrenmek için gerekli bir savunmadır ve Nesne İlişkileri kuramcılarına göre çocuklar tarafından çok sık kullanılan bu savunma, sağlıklıdır. Çocuk anneyi ilk zamanlarda “her şey” olarak görüyor. Anne, onun için çok değerli, dünyanın en büyük nesnesidir. Ama bazen anne çocuğa kızabilir, çocuğa bakım vermekte gecikebilir, çocuğu çeşitli sebeplerden ötürü incitebilir. Bir bakıma narsisistik kırılmalar yaşatabilir. Çocuk bu durumda da anneyi kötü olarak görecektir. Şimdi o dönemde çocuk, anneyi direkt “kötü” gördüğü zaman, yoğun bir şekilde nesne kaybı yaşayabilir, yani annesinin sevgisini kaybedebilir. Bunu yaşamamak için “iyi anne” bir tarafta, “kötü anne” bir tarafta olacak şekilde bölünmesi gerekir. 3 yaşına kadar Bölme savunma mekanizması çok sağlıklı ve normaldir ama 3 yaşından sonra çocuk, hala anneyi bölüyorsa ve bir bütün olarak göremiyorsa bu ileride, özellikle ergenlik dönemiyle birlikte ortaya çıkabilecek olan kişilik bozukluklarının habercisi olabilir. Tabi burada, çocuk anneyi bölerken annenin buna dayanabiliyor olması lazım. Annenin, yok olmaması lazım. Örneğin, çocuğa istediğini vermeyen bir annenin, çocuğun “kötü anne, kötü anne, pis anne… seni sevmiyorum” şeklindeki ağlamaklı tavrına; “sen beni sevmiyorsan ben seni hiç sevmiyorum!” şeklindeki  tavrını düşünelim. Bu durum, sürekli tekrarlandığında çocukta Bölme savunma mekanizması bir şekilde yerleşecektir ve Bölme’yi hayatının ileriki zamanlarında da çok sık kullanacaktır. Bu “iyi anne” ve “kötü anne” bölmeleri, ileride çocuğun hayatına girecek olan bütün insanlar için de geçerli olacaktır. Çocuk, kendi ihtiyaçlarına karşılık vermeyen insana kötü, ihtiyaçlarına cevap veren insanı da idealleştirerek iyi diyecektir. Kendi ihtiyacına cevap verip bir müddet sonra cevap vermeyen kişiye de kötü diyecektir. Seans anında bunu görmek o kadar kolay ki. Kendi duygusal ilişkisi için “Hocam ben sevgilimi çok seviyorum, benim için dünyanın en değerli adamı, onunla çok eğleniyoruz, geziyoruz; iyi ki hayatımda var. Onu tanıdığım için dünyanın en mutlu insanıyım.” der. Bunu der demez, aradan belki 10 dakika geçtikten sonra, sanki bu övgüleri söylememiş gibi “Hocam, sevgilim dünyanın en geçimsiz insanı!” der. Biz her zaman şunu düşünmeliyiz: “Bir yerde bütünüyle iyi varsa kötü nerededir? Bir yerde bütünüyle kötü varsa iyi nerededir?” Söz konusu Bölme, sadece bir başkası için değil; biz terapistler de bütünüyle iyi, bazen bütünüyle kötü olabiliyoruz. Danışan için hiç de işlevsel olmayan bu durum, aynı zamanda terapist için bir sınavdır. Düşünsenize, hayatı sürekli olarak iki bölmeden ibaret olarak gördüğünüzü? Bu durum ruhu yoran bir hadisedir.

Ş: Danışanın Bölme’si sonucu kötü terapist dışında, kötü terapist var mıdır sizce?
H: Tabi ki vardır; mesela kendi Bölme’lerini çözememiş bir terapist, kötü terapisttir. Ben şuna inanıyorum: “Bir terapist ancak, kendini iyileştirebildiği ölçüde danışanını iyileştirebilir… gidebildiği yol kadar iyileştirebilir.” Çünkü danışanınızla birlikte yürüdüğünüz yolda, kendinizle ilgili bilmediğiniz veya daha önce çözemediğiniz bir şeyle karşılaştığınızda danışanınıza farkındalık kazandırmanız zor olacaktır. Bir terapist, neyin “aktarım”la ilgili olduğunu, neyin de “karşı aktarım”la ilgili olduğunu bilirse, kendini tanıyabilmiş, kullandığı savunma mekanizmalarının farkındaysa danışana yardımcı olabilir. Nerenin kendisiyle ilgili olduğunu, nerenin de danışanla ilgili olduğunun ayırdına varabiliyorsa, farkındalık kazandırabilir. Böyle bir terapiste, bir bakıma iyi terapist diyebiliriz. Öbür türlüsü kötü terapisttir.

Ş: Seans esnasında sedüktif (baştan çıkarıcı) davranan birisinin davranışı savunma mıdır? Danışan bunu neden yapar ve kökeni nedir?
H: Bu, aslında kişinin ilişki kurma biçimidir. Kişi bunu yaparken de farkında olmadan yapar. Genellikle bazı kişilik organizasyonuna sahip olan yapılarda bunu görmek mümkün. Borderline veya Histriyonik yapıyı buna örnek verebiliriz. Bunu yaparken bilinçdışı yapar. Tabi karşısındaki insan bunu baştan çıkarıcı olarak değerlendirebilir ama kişinin amacı seks yaşamak değildir. Tekrar etmek istiyorum; bir ilişki kurma biçimidir. Bu durum, aslında kendisinin öğrendiği bir yapıdır. Bunun kökeni de çocukluk dönemindeki nesne ilişkileriyle kurduğu ilişki biçiminden ileri gelir. Annesi ve babası nasıl bir ilişki kurmuşsa, kişi bunu alır ve içselleştirir. Bu durum yetişkinlik döneminde de devam edecektir. Kişi aslında bunu yaparken, tek derdi sağlıklı ilişkiye kurabilmektir fakat bunu bilmediği için kur yaparak, baştan çıkararak davranır. “Sağlıklı bir terapistin” danışanın Ego kapasitesi arttıkça bunu yorumlaması ve gerektiğinde yüzleştirmesi gerekir. “Bu davranışınızın altında ne olabilir? Bir taraftan sorunlarınızın olduğunu ve bunun için burada olduğunuzu, bir taraftan da benimle farklı bir ilişkiye girmek istediğinizi gösteriyorsunuz…” dediğinizde, danışan bir süre sonra bu savunmalarının farkına varır ve bu durum sağaltıma doğru gider. Terapötik ittifak da kurulmuşsa bu sağaltım hızlanır.

Ş: “Sağlıklı bir terapist” ifadesinin dikkatimi çektiğini belirtmek istiyorum. Peki devam edelim; hangi savunmaları gösteriyorsunuz veya hangilerini göstermiyorsunuz?
H: Bir savunma danışanın hayatına zarar veriyorsa, işlevselliğini bozuyorsa, onu geriye doğru götürüyorsa bu savunmaları fark ettirmeye çalışırız. Ama bir savunmayı kaldırdığımızda onun yerine ikame olan başka bir patolojik savunma olacaksa ilk başta o savunmaya dokunmayız; danışanın içgörü kazanmasını bekleriz. Bu oluştuktan sonra beraber yol almak daha kolay olur. Bir savunma, “danışanın hayatına katkı mı sağlıyor, yoksa hayat kalitesini düşürüyor mu?” biz buna bakarız. Bizim önceliğimiz, “Bu savunma size zarar verebiliyor olabilir mi?” şeklinde ifade etmemizdir. Burada daha çok yorumlama yaparız. Örneğin, Yansıtma mekanizmasını ele alırsak; danışan, karşı tarafın kendisini sürekli anlamadığını iddia edip “ya hocam, beni hiç anlamıyor ve ağzımdan çıkan her şeyi eleştiriyorlar.” dediğinde, “Acaba içindeki anlamama duygusunu karşı tarafa yansıtıyor olabilir misin?” şeklinde bir yorum getirebiliriz. Bu bir savunmanın yüzleştirilmesidir. Ama direk olarak, “Sizin şu savunmanız var, siz Yansıtma savunma mekanizmasını kullanıyorsunuz. Bunun için insanlarla sorunlar yaşıyorsunuz!” Şekilde bir yorumlama yapmıyoruz. Zaten bu yorumlama olmaz. Bunun başka bir adı var. Yukarıda bana kötü terapist kim demiştiniz. Bu aynı şeydir. Böyle bir yaklaşım beraberinde kişinin başka savunmalar yapmasını getirebilir. Bizim amacımız, görmesini ve farkındalığının artmasını sağlayan seçenekler üretmektir.

Ş: Bazı savunmalar anksiyeteye veya olumsuz duygulanıma karşı bizi geçici olarak koruyor, diyebilir miyiz?
H: Diyebiliriz; zaten savunmalar, İd ve Süperego arasındaki çatışmayı rahatlatmak için kullanılan aldatıcı bir sistemdir. Savunmalar; Anksiyete yaşarken, Depresyon sürecindeyken, belli bir şekilde geçici bir rahatlık sağlar. Savunmalar kullanmak, çok fazla ruhsal enerjinin kullanılmasına da gerektirir. Zaten bundan ötürü Ego, bir müddet sonra güçsüz duruma düşecektir. Kullanılan savunmalar da asıl meseleye çözüm getirmeyecektir.

Ş: Terapinin işe yaramadığını savunan danışanlarınız vardır… Bundan biraz bahseder misiniz?
H: Evet geçmişimde oldu, şu an da var, gelecekte de olacak… Bu da bir savunmadır, dirençtir. Direnç olduğu müddetçe, terapist ile danışan işbirliği içerisindedir. Gerçek manada terapistin eksikliğini bir tarafta tutalım. Bu sorunuz, sırf yavaş yavaş ortaya çıkan bilinçaltı malzemeyle yüzleşmede acı çeken bir danışanın iddiasıysa ve “Ya hocam, bizim yol aldığımızı düşünmüyorum. Her hafta buraya sanki boşuna gelmiş gibi hissediyorum.” diyorsa, bu hem danışan için hem de terapist için bir başarıdır. Bu şekilde söyleyen bir danışanım vardı.

“Bir taraftan terapinin işe yaramadığını ama bir taraftan da her hafta düzenli olarak terapiye geldiğinizi görüyorum.” Şeklinde, bir yorum yapmıştım. Uzun bir mesafe katettikten sonra bunu kendisine hatırlattığımda gülmüştü.

Tabi ilk başlarda beni eleştirerek ilişki kurmaya devam ediyordu. Muhtemelen çocuklukta, istekleri yok sayıldığı için veya görülmediği için böyle bir yapı kazanmıştı. Bir bakıma hep eleştirilmişti. Bu da yetişkinlik hayatında insanlarla ilişki kurma biçimine yansımıştı. “Senin söylediğin ve yaptığın şeyler işe yaramıyor!” şeklinde, yanlış bir bilişsel şema oluşturmuştu.

Bu cümle, aslında çoğumuza hiç de yabancı değildir, değil mi? Çocukken bu cümleleri ebeveynleri tarafından sürekli işiten, eleştirilen bir insanın bu yapıyı kazanması muhtemeldir. Bu bir savunmadır, diyebiliriz. 18 yaşında anksiyete şikayetiyle terapiye gelen bir danışanım vardı. Sınavlardan sürekli kötü not alacağını düşünüyordu ve bu da onun sınav performansını etkiliyordu. Terapiye başladığımızda, sürekli karşı tarafı suçlayan bir tavrı vardı. Arada beni de suçlardı. Bunun temeline inince, çocukluk döneminde annesinin mütemadiyen onu suçladığını, gördüm. Annesiyle kurduğu ilişkide sürekli “beceriksizsin ve işe yaramazsın” sözlerini işittiğini söyledi. Nesne ilişkilerimiz “bizim içsel seslerimizi oluşturan” yapılardır. Danışanım da annesinin söylediklerini içselleştirmişti. Bu ifadelerin duygu yükü, gelişiminin ilk yıllarında savunmasız olan çocuk için çok ağırdır. Hele hele annenin bu cümlelerine “öfkeli bir ses tonu ve kızgınlık” eşlik ederse, çocuğun bunları tolere etmesi zorlaşır.

Çocuk, daha sonra hayatına girecek insanlara karşı suçlayıcı bir tavırla ilişki kuracaktır. İçindeki suçluluk duygusunu karşı tarafa yansıtarak kendi içindeki anksiyeteyi ve kaygıyı azaltmaya çalışacaktır. Bu içindeki kaygıyla baş etmek için zorunlu tercih ettiği bir yol haline gelecektir. Seanslarımız süresince söz konusu danışanımı bununla yüzleştirdiğimde ancak bunun farkına varabildi. “Çocukluk döneminde annesinin sürekli onu suçladığı için kendisinin de insanlarla iletişiminde bu yolu tercih ettiğini” fark etti. Danışanım bu aşamadan sonra işlevsiz olan savunmalarının farkına vararak bunları büyük ölçüde bıraktı.

Ş: Savunmalar, tek başına teşhis koymak için yeterli midir?
H: “Şu savunmaları kullanan anksiyöz, depresif veya panik bozukluğudur, demek çok zor. Ama belli kişilik yapılarının kullandığı savunmalar vardır. Bu bizim için sadece yol gösterici oluyor. Diğer değişkenlere de bakmak lazım. Aile, çevresel, genetik, karakter özellikleri gibi değişkenlerin hepsine bakıp ona göre yorumlama yapmak daha kapsayıcı olacaktır.

Ş: Psikoz ve nevrozlarda savunmalar nasıl görülür?
H: Psikozlarda her türlü savunmayı görebiliriz ama nevrotiklerde psikozların kullandığı savunma mekanizmalarını göremeyiz. Psikozlara içgörü terapisi yapmak çok zor. Fakat Nevrotiklerde ve kişilik/karakter bozukluklarında içgörü terapisi yapılabilir; işe de yarıyor.

Ş: İçgörü terapisi yapılabilmesi için şartlar var mıdır, varsa nelerdir?
H: Evet vardır. İçgörü terapisinin yapılabilmesi için; Ego işlevlerinin yeterli olması, kavramsallaştırmanın yeterli olması, gerçeklik bilincinin, soyutlama ve entegrasyonunun olması gerekir. Bunların hepsinin olması gerekir ki içgörü terapisi işe yarayabilsin.

Ş: Bazen seans esnasında terapistin ve danışanın uzun suskunlukları olur. Nitekim danışan bundan sıkılarak suskunluğu uzatabilir. Bu bir savunma mıdır, ayrıca terapist buna nasıl yaklaşmalıdır?
H: Evet, bu uzun suskunluklar olabiliyor. Bu herhangi bir sebepten olabileceği gibi direnç dediğimiz bir şekilde de olabilir. Danışanın canının sıkılması çok normaldir, hatta hakkıdır ama terapistin canı sıkılırsa bu daha çok terapist ile ilgilidir. Terapistin canı sıkılırsa, birçok sebep olabilir. Bunlardan biri, danışanın getirdiği travmanın terapistin de hayatında çözülememiş olarak kalmış olmasıdır. Yani danışanın getirdiği malzemenin terapistin de hayatında bir yere denk gelmesidir. Öte yandan danışanın canı sıkılıyorsa ve susuyorsa da bu danışanın iç dünyasıyla ilgilidir. Uygun bir yaklaşımla danışanın kendini açmasını sağlamalıyız. İnsanlar boşuna susmazlar, hele hele seans odasında. Seans odasında suskunlukların daha çok anlamı vardır.

Ş: Bazen danışanın “teğetsel” konuşmaları olabiliyor. Sürekli olarak önemsiz ayrıntılar üzerinde durabiliyor. Bunun bir anlamı olmalı. Bu ne demektir?
H: Bu danışan için de bizim için de çok anlamlıdır. Asıl bu teğetsel konuşmalar danışan hakkında pek çok bilgi veren ipuçlardır. Danışan önemsiz şeylerden bahsederken aslında kendisi için önemli olan duygulanımdan kaçmak için bunu kullanıyordur. Danışanın anlattıklarından, anlatamadıklarını düşünebiliriz. Eğer yüzeysel olarak sosyal hayattan bahsediyorsa, danışanı önce dinleriz ve ne anlatmak istediğini anlamaya çalışırız. Acaba onun ihtiyacı ne olabilir? Anksiyetesi mi var, bir bastırma mı söz konusu, yoksa asıl meseleden kaçmak için mi bunu yapıyor? Veya günlük hayatta iletişim kurarken genellikle hep böyle bir yolu mu tercih ediyor? Dinlemek ve anlamaya çalışmak gerekir. Durum anlaşılınca bunu danışana göstermeliyiz. “Şu anda kafam karıştı. Konuşmamızın başında hayatınızı büyük ölçüde etkileyen bir olaydan ötürü bana başvurduğunuzu ama şu anda da Fenerbahçe teknik direktörünün kim olması gerektiğini 20 dakikadır ifade ediyorsunuz.” şeklinde yorumlamak olabilir. “Bir tarafınız, benden yardım etmem gerektiğini söylerken; bir tarafınız da sanki benden yardım istemiyor gibi görünüyor.” denildiğinde, bu söz konusu teğetsel veya çevresel konuşmaların bir yorumlanması olabilir. Bu yaklaşımımız, danışanı yüzleştirmek için birer yorum niteliğindedir. Kişi bir noktaya gelmekte zorlanıyorsa anksiyetesi, üzüntüsü, acısı, travması var demektir. Seans odasında asıl, teğetsel konuşmaların manası olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Kişi bunu bir savunma olarak da kullanıyor olabilir. Bu anlamda “teğetsel konuşmalar” bir savunma şeklinde ortaya çıkabilir.

Ş: Kişilik bozukluklarda savunmalara nasıl yaklaşmak gerekir. Örneğin, Borderline için nasıl bir yol izliyorsunuz?
H: Öncelikle Bordeline kişilik örgütlenmesinde savunmalar gösterildiği zaman kişi sizi değersizleştirir ve terapiyi bırakır. Daha çok aynalama ve netleştirme yaparız. Terapötik ittifak kurulduğu zaman bunları yorumlamaya başlarız. Borderline kişilik bozukluğundaki yapıda ikili bölmelerini göstererek yüzleştiririz. “Bundan 4 dk önce annenizin karaktersiz bir kadın olduğunu ama şimdi de çok iyi bir anne olduğunu söylüyorsunuz. Şuraya bir bakar mısınız?” şeklinde bölmelerini göstermeye çalışırız.

Ş: Peki Şizoidlerde…
H: Şizoidlerde de dinamaları “Bir tarafınız insanlarla ilişki kurmaya çalışıyor, bir tarafınız da insanlardan uzak duruyor.” şeklinde yorumlarız. Şizoid ve Narsist kişilik bozukluklarında “yüzleştirme” yaparsanız, Bordeline olan birine de “aynalama” yaparsanız her şey birbirine karışır. Bir terapist neye göre terapi yapmalıdır? Neye göre insanlara yardımcı olmalıdır? Öncelikle bu soruların yanıtını bilmesi gerekir. Bir terapistin yol haritası varsa danışanına daha çok yardımcı olacaktır, kanaatindeyim. 

Ş: Kaç savunma mekanizmasından bahsedebiliriz?
H: Daha önce 24’e yakın savunma mekanizmasından bahsediliyorken yakın dönem araştırmaları en az 100’den fazla savunmaya başvurduğumuzu söyler. Her şeyimizin birer savunmaya dönüşebileceğini düşünüyorum.

Paylaşmak önemsemektir!

Hasan DEMİR
Hasan DEMİR
Uzm. Kln. Psk. Hasan DEMİR İstanbul Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünü bitirdi. Master eğitimini İstanbul Ticaret Üniversitesi Uygulamalı psikoloji alanında çocuklarda öfke çalışmasıyla 2010 yılında tamamlamıştır. 2016 Yılında Yakındoğu Üniversitesinde Klinik Psikoloji alanında “Ergenlerin duygusal zekâları ve öfke düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi” çalışmasıyla klinik psikolog unvanını almıştır. Eğitim kurumlarında uzman danışmanlık, psikoloji yayınlarında danışmanlık, özel eğitim kurumlarında danışman olarak çalışmalar yapmıştır. Bireysel Psikoterapi, Yetişkin, Çocuk ve Ergen Terapisi, Aile ve Çift Terapisi, Farklı gelişen çocuklar ve Travma alanlarında birçok eğitim alan Hasan Demir, Psikoterapi çalışmalarına İstanbul’da devam etmekte olup Avusturya’da Sigmund Freud üniversitesinde Doktora programına devam etmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.